Ana içeriğe atla

Aylaklığa Övgü

     “Az her zaman daha çoktur!” demiş Gandhi Efendi, en azından ben öyle dediğini duydum. Ya da öyle dendiğini söylendiğini duydum. Öyle ya da böyle, minimalist olmakla alakalı bir şeyler dediği su götürmez bir gerçek. Milyonları takipçisi yapmasına rağmen kendine bir çift ayakkabı dahi almamış, dandik parmak arası terlikleriyle tüm dünyayı dolaşarak maneviyatın önemini anlatmış. Fakat ben memur bir aileden gelen bir çocuk olarak hiç de ne büyük adammış “Gandhi” demedim. Devlette iyi bir yere kapağı atayım da arabayı evi krediyle alır çoluğu çocuğu ondan sonra yaparız dedim. Dick ve Jane İşbaşında adlı filmde de buna benzer bir düşünce biçimi gördüm. Jim Carrey yüksek pozisyon ve bol para kovalayan bir karakteri canlandırıyor. Bu karakter parayı bulduğunu düşündüğü an hemen güzelce bir havuz yaptırıyor ve hayat planlarını ona göre planlıyor. Benim en ilgimi çeken nokta karakterin terfi aldıktan sonra benim suni olduğunu düşündüğüm mutluluğu oldu. Aynı antik Yunan tragedyasında olduğu gibi karakterin bir sorunla karışılacağını ve bu kibirli mutluluğunu kaybedeceğini biliyordum fakat ne yapsaydı da mutluluğu gitmezdi diye de düşünmeden duramadım. Bu da beni mutlulukla ilgili müthiş bir yolculuğa çıkardı. Neydi bu mutluluk?

    Son birkaç yıldır çok meşgul olduğumu ve arkadaşlarımı ihmal ettiğimi fark ettim. Fakat elimde değil, çok değil en fazla beş yıl sonra mezun olacağım ve hayatımın ipleri tamamen elimde olacak. Şimdi ne kadar sıkı çalışırsam o kadar meyvesini alacağım, değil mi? Filmi izlemeden önce bu soruya cevabım, Maslow’un mutluluk piramidine bak azıcık cahil adam, tabii ki mutluluğun ilk koşulu temel ihtiyaçları tatmin etmektir derdim fakat şimdi çok da emin değilim. İyi bir araba, iyi bir ev, kaliteli yemekler ve kıyafetler önemli ama bunların keyfini çıkaracak zamana ya sahip değilsek? Günün sekiz saatini işe harcamanın çok olduğunu sanırım bir ben düşünüyorum. Özellikle bu sekiz saate uyanmak, hazırlanmak, eve dönmek ve üstü başı çıkartıp kendini yatağın rahatlatıcı kollarına bırakmak eklenince bu süreç on, on iki saate kadar varabiliyor. Sekiz saat de uyku olduğunu düşünürsek, kendimize ve ailemize ayırabildiğimiz zaman ne kadar ki? Yeni yaptırdığın granit yer kaplamasının üzerinde zihninde iş telaşını taşımadan yürüyemeyeceksen önemi ne ki? Bu sorular beni aylaklığın çok da kötü olmadığını ikna etti diyebilirim zira bu soruların hiçbirine pek bir cevap bulamadım.

    Modern dünyanın en büyük eleştirilerinden birinin zaman olduğunu söylerler. “Ugala bugala! Ben aç, nom nom nom!” dediğimiz dönemlerde bile kendimize ayıracak bolca zamanımız varmış. Hatta Feodalist düzende bile insanlar evlerinde pofur pofur yatıyor, günün en azından yarısını kendilerine ayırıyorlarmış. İnsan sormadan duramıyor: Madem ki teknoloji gelişti, her şeye erişim kolaylaşarak arttı niye biz daha fazla çalışıyoruz? Bu müthiş sorunun da cevabı maalesef yok. Babama sorsam, istiyorsan çalışma diyecek fakat bu cevap uçurumda asılı kalan bir adamın kollarım yoruldu feryadına yorulduysa bırak kollarını şeklinde cevap vermeye benziyor. Çalışmazsam param olmaz, param olmazsa da yemek alamam. Yemek alamazsam da ölürüm değil mi? Dolayısıyla ben köleyim. Geleneksel bir köleden tek farkım ne yiyeceğimi seçebiliyorum. Bu fikrin en ilginç yanı da en zengini de en fakiri de aynı platforma indirip onları köle olarak resmetmesi ki bence çok doğru çünkü zenginlik sahiden ne demek ki? Banka hesabındaki para seni zengin mi kılıyor?

    Mutluluğu keşfetme yolculuğumda zenginlikle mutluluğun çok yakından bağlı olduğunu keşfettim. Fakat benim nazarımdaki zenginlik materyalist değerler ile ölçülmüyor. Zamanla ve sağlıkla ölçülüyor. Kaliteli yemekler yemek, fiyakalı kıyafetler giymek, büyük evlerde yaşamak ve rahat koltuklu arabalar sürmek elbette isterim fakat hiçbiri zamanımdan değerli değil. Fakat bu benim şu an çalışmamı asla engellemiyor. Şu an elimden geldiğinin en iyisini yapacağım fakat gayem çok iyi bir arabaya sahip olmak değil de az çalışıp kendime yetecek kadar kazanmak olacak. Belki bu sayede azcık da olsa modern dünyanın görünmez hapishanesinde kendime geniş bir oda sahibi olabilirim.

Parisot, D. (2005). Dick ve Jane İşbaşında. Columbia Pictures.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...