Ana içeriğe atla

Marks’ın Tonton Yanakları

Marks’a karşı amansız bir sempati duyuyorum. Sallanan sandalyesinde oturan, bayramdan bayrama gördüğüm, anlatacak anısı bitmeyen, güleç, yanakları sıkılası bir dedeye benzetiyorum. Hatta giydiği eski yeleğin iç cebinde bana vermek için sakladığı şekerleri dahi vardır muhtemelen. Eski ve rutubet kokan evinin içinde huzurla dolaşıp sertleşmiş koltuklarına serilmek istiyorum. Sanırım içimdeki yoğun ve anlamsız sevgi hayatımdaki eksik dede figüründen kaynaklanıyor. Marks’ı nerede gördüysem dedem bellemişim. Southwell’in “Marx Bu İşe Ne Derdi?” kitabı da belki bu yüzden beni çok etkiledi. Marks’ı görmesem de onun tepkisinin günümüz hayatında nasıl olacağını tahmin etmeye çalışmak beni ona hiç olmadığım kadar yakınlaştırdı.

            Marks’a olan sevgimi İngilizce öğretmenim tesadüfen farkına vardırdı. Çeşitli konularda yazmamı istediği her kompozisyonda bir şekilde Marks’tan bahsetmeyi beceriyordum. Modern dünyanın, insanların yalan söyleme biçimini değiştirmesiyle ilgili yazdığım kompozisyonda dahi Marks’a yer ayırabiliyorum. Çünkü Marks sınıf ayırımına vurgu yaparak aslında her şeyden bahsediyordu. Smith’in öne sürdüğü de belki buydu. Doğanın kurallarını ekonominin kurallarıyla aynı teraziye koyan Smith belki de Marks’ı benim gördüğüm gibi görüyordur, ak sakallı ve tonton bir dede. Belki de ben ikinci bir Smith’imdir. Muhtemelen değilim hatta saçmalıyorum fakat Marks’ın teorisinin her konuya kayıp yapboz parçası gibi oturmasının bir sebebi olmalı. Bu sebebi de aslında, Southwell bana altın tepsiyle sunuyor. Southwell, Marks’ın teorisinin günümüz dünyasındaki sosyal medyaya olan uyarlamasını eşeliyor. Southwell’in bu mücadelesi ne kadar ilgi çekici olsa da Marks’ın teorisinin her konuya büyük doğallıkla oturuyor olması bana, bunun sadece bir teoriden öte olduğunu düşündürüyor. Marks ucu sonu olmayan, kendini tekrarlayan bir döngüden ve bu döngünün içeresinde bizlerin ne kadar tutsak kaldığından bahsediyor. Bu tutsaklık beni üzmüyor ya da özgür irademe verdiğim değeri azaltmıyor. Çünkü bu tutsaklığı her yerde ve her an yaşadığımızı düşünüyorum. Hırsımızın, sevgimizin, sevincimizin, üzüntümüzün ve pişmanlığımızın tutsağıyız. Her bir duygu doğada harmanlanan insanın modern dünyaya gösterdiği tepkilerin eseri ve bu duyguları reddetmek kendi doğamızı reddetmek demek. Başka bir değişle, bu zorunlu tutsaklık biz daha kendimizi tanımaya başlamadan bizim bileklerimize anahtarı olmayan zincirlerini vuruyor. Büyürken o kadar alışıyoruz ki bu zincirlere, kolumuz, bacağımız gibi vücudumuzun parçaları oluyorlar. Zincirlerin ağırlığını unutuyor kendi ağırlığımızmış gibi yüklüyoruz sırtımıza. Tam da bu sebepten ötürü, bu tutsaklığı özgürlüğüme bir düşman olarak görmüyorum. Benim varoluşuma can veren en temel elementlerden biri olarak görüyorum. Şayet, hırslı olmasaydım doğal seçilimin acımasız kurallarına yenik düşerdim. Sevgiye ihtiyaç duymasaydım, etrafımdaki insanların değerini bilmezdim, yalnız bir başına yenik bir adam olurdum. Dolayısıyla konu Marks’ın ekonomi dünyasında ne kadar haklı olup olmadığı değil. Konu Marks’ın insan doğasına isteyerek ya da istemeyerek en derinlerden dokunuyor olması. O, duyguların bizi nasıl tekrara düşürdüğünü ya da en temelimizde, önceden programlanmış aşırı sofistike robotlara nasıl benzediğimizi gösteriyor. Buna karşı çıkıp da özgürüm demek de bizi, hayata tutturan en can verici dalı, duygularımızın vahşi ve içgüdüsel doğasını, reddetmek oluyor.

Ben böylesine cüretkâr bir iddiayı ortaya atabileceğimi sanmıyorum. Gururla ve mutlulukla duygularımınım tutsağı olduğumu itiraf edebilirim. Belki de Marks’a karşı duyduğum sempati de buradan yeşillenmiştir. İnsanların hep kaçtığı ama gözümüzün önünde inatla duran bu çirkin gerçeği tahmin edemeyeceğimiz bir biçimde sunuyor olmasıdır belki de onu bana yakınlaştıran. Kimseye anlatamadığım, zihnimin en saklı köşelerinde tuttuğum fikirlerimi ortaya çıkardığı için ona amansız bir mahcupluk da duyuyor olabilirim. Ya da… tonton yanaklarının sıkılabilmesidir beni çeken, pek emin değilim.

Southwell, G. (2020). Marx Bu İşe Ne Derdi? İstanbul: TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...