Ana içeriğe atla

Modern Köle


    Gün daha ağarmadan uyanmışım, vücudum miskin fakat zihnim sekiz buçuk dersine yetişmem için onu zorluyor. Ağır ağır yataktan kalkıp, ne giyeceğimi düşünüyorum. Her seferinde olduğu gibi yeterli kıyafetimin olmadığından yaftalarınken, az da olsa sevdiklerimi koyduğum alt çekmeceden birkaç parça kıyafeti üzerime geçiriyorum ve hazırlanıp çıkıyorum. Uzun bir yolculuk var önümde. Otobüs, eğer o gelmezse dolmuş. Sonra uzunca bir metro yolculuğu ve şanslıysam servisi yakalarsam okula ulaşacağım. Aksel’in Yeni Dünya- Doğayla Ahenk İçinde Yaşam kitabını okurken hayatımı incelemeden kendimi durduramadım. O sürdürülebilir tarımı modern hayata harmoni bir biçimde entegre etmekten bahsederken ben her gün tanımadığım yüzlerce insanla koşturarak pek de anlamlı bulmadığım bir yerlere gittiğimi düşünüyordum. O yeşillikten bahsederken ben egzoz dumanıyla kararmış kaldırımlarda attığım adımları düşünüyordum. Kim bilir kaç kişi benim bastığım yere basmıştır? Kim bilir kaç kişi benim gibi hayatın düzenine kendini teslim etmiş ve sürüklenip gidiyordur? Aksel haydi doğayla tekrar barışalım dedikçe, yarın da erken kalkacağım, toplu taşıma biletime de para yüklemem gerekiyor, bursumun da yatmasına biraz var diyordum. Aksel’i hakkıyla okuyamıyordum. Okusam da içselleştiremiyordum çünkü istesem de yeşilliğe önem veremiyordum. Ben daha yarın ne yiyeceğimi bilmiyorum ne yapayım doğayla ahbap olmayı? Elbette bu fikrim Maslow’un mutluluk piramidinden esinlenmişti fakat bu karamsal içsel istişarelerim içerisinde çok daha enteresan bir şey keşfettim. Anlamlı bulmayarak yaptığımız her iş bizi mutsuzluğa ve başarısızlığa sürüklüyor. Hayatın akışını kendimiz belirlemek yerine onun rüzgarına kendimizi teslim ediyoruz çünkü anlamsızlık bizi güçsüzleştirerek bu acımasız sisteme her geçen gün daha fazla güç katıyor.

    Bence artık mutluluk bir sektör oldu. Mutluluğu size bahşedeceğini söyleyen spiritüalist insanlardan tutun ne idüğü belirsiz üniversitelerden mezun yaşam koçlarına sayısız kişi mutluluğa olan ihtiyacı sömürdüğünü düşünüyorum. Aksel mutluluğun kaynağını bulduğunu söylemese de kitabını okurken evet dedim, mutluluk doğada, onunla bir olmakta. Bir dağın zirvesine çıkıp doğanın ihtişamını ve harmonisini izlemekte. Doğadan daha iyi huzur ve mutluluk kaynağı olabilir mi? Elbette olabilir, güzel, anlayışlı bir partner, konforlu ve güvenli bir araba, geniş ve ferah bir ev. Bunlara sahip olduğum sürece hayatımda bir daha dağ görmesem de olur. Bunlar ne kadar temel ihtiyaçlarımı karşılayacak olsa da bana bence hayatın en değerli ve bence nadir olan şeyini vermiyor. Hiçbiri hayatımı anlamlı kılmıyor. Son zamanda en çok gördüğüm makale başlıklarından biri: Depresyon! Çağın Hastalığı! Evet gerçekten de öyle. Etrafımdaki herkes depresyonda, bu belki de tanıdığım herkesin Bilkent’li olmasından ve Bilkent’in sınav ve ödev politikasından kaynaklanıyor olabilir ama bence daha global bir sebebi var: Anlam eksikliği. Sevmediğimiz ve anlam bulmadığımız işler yapmak zorunda kalıyoruz. Belki bu kulağa normal geliyor ama düşünsenize, anlamlı olduğunu düşünmediğiniz bir işi temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapıyorsunuz. Bir köleden ne farkınız var? Bunu ne zaman birine söylesem aldığım cevap hemen “İstemiyorsan çalışma kardeşim!” oluyor. Yahu ben çalışmak istemiyorum ama vücudum yemek istiyor, üzerine onu sıcak tutacak bir gocuk, başına konforlu bir ev istiyor. Platon’nun da dediği gibi ben vücudumun kölesiysem şayet, işimin de kölesi oluyorum.

    Bir kölenin bence en kötü deneyimlediği dezavantaj sevmediği işi yapmak değil, sevdiği işi yapamamak. Bu kapitalist düzen zamanımızı ve enerjimizi yağmalıyor ve bize sadece televizyon karşısında bitap düşmüş bir şekilde hızla geçen resimleri izlemek kalıyor. Daha kötüsü öyle köleler var ki daha neyi sevdiğini bilmiyor. Ben buna ruhunu kaybetmek diyorum.

    Bu insanlar öyle derin bir depresyona giriyorlar ki, ruhlarının yaşadığı işkenceyi hissetmemek için kendilerini uyuşturuyorlar ve ruhlarının azap çığlıklarını duymamak için onları susturuyorlar. Sanki onları suçlar gibi duruyorum ama aksine, sadece olanı belirtiyorum. Öyle bir düzenin içindeler ki ne onlar için hayatın anlamının ne olduğunu düşünecek enerjileri ve güçleri var ne de o anlamı bulsalar bile onu kovalayacak imkanları. Bu acımasız gerçeklik karşısında da televizyon önünde, hızlı tempolu eğlence programları karşısında intihar ediyorlar.

    Aksel günümüz dünyasını doğaya adepte etmeği bahsederken aklımda hep bir soru vardı: Niye böyle bir ihtiyaç var? Cevabı elbette basit ama yine de insanın duyması gerekiyor çünkü ne doğadan ne de modern dünyadan vazgeçebiliyoruz. Aksel ile başladığım yolculukta fark ettim ki modern dünya sadece doğayla olan bağımızı kopartmıyor aynı zamanda kendi benliğimizi de elimizden alıyor.

Akyel, T. (2020). Yeni Dünya - Doğayla Ahenk İçinde Yaşam. Epsilon Yayınevi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...