Ana içeriğe atla

Tembellik Hapishanesi

    Ne yücesin sen Matrix! Matrix, Karl Marx izlese “aferin lan, çok güzel çekmişsiniz” diyeceği, her sahnesinden fütursuzca kapitalizm eleştirisi akan bir film. İkinci, hatta üçüncü kez izliyorum ve her izlediğimde zihnimde farklı fikirler ateşliyor, bambaşka diyarlara götürüyorsun beni. Yakın zamanda sevgilimle izledim. Film sırasında her sahnesini ona açıklamak istedim. Heyecandan bir oraya bir buraya zıplayarak filmi mahvetmek istedim ama nihayetinde kendimi sakinleştirerek onun ilk kutsal Matrix yolculuğunu sükunetle sürdürmesine izin verdim. Yine de her diyalogda amansız bir merakla ona bakıyor ve acaba onun da benim düşündüklerimi düşünüp düşünmediğini merak ediyordum. Bir bakıma o filmi ben onu izliyor ve yüz ifadelerinden zihnindeki düşünceleri tahlil etmeye çalışıyordum. Bu enteresan film izleme ritüelinde Matrix’te mevcudiyetini daha önce fark etmediğim bir düzen fark ettim. Çok banal, çirkin ve hatta Matrix’in simgelediği her fikri lekeleyici bir düzendi bu. Sunulan her felsefi fikrin hemen öncesinde veya sonrasında bir aksiyon, aşk ya da entrika sahnesi yer alıyordu. Bunun bir tesadüf olamayacağını hemen anladım ve koyuldum düşünmeye. Matrix’deki sunulan her fikir ve ikilem üzerine yıllardır düşünülmüş, sayısız insan tarafından halihazırda kaleme alınmıştı, yani hepsi aslında ilgi çekici ve hayatımızda ilgiliydi. Fakat niye insanların sıkılmaması için onları bol ışıklı patlamalar, kör düğüm haline gelmiş entrikalar ve dahice dizayn edilmiş bir distopyanın içinde verilmesi gerekiyordu? İşte bu soru sayın okur beni bu satırları yazmaya mahkûm bıraktı.

    Matrix’i ilk kez izleyenlerin sevmediği bir karakter var. Adını ön yargı yaratmamak için anmayacağım fakat bu kişi yapaylıkla gerçekliğin farkının önemli olmadığını düşünüyor. “Gerçek değilse banane! Gerçek gibi hissediyorsa bitmiştir kardeşim!” diyor. Demeye çalıştığı Descartes’in meditasyonlarında söylediğine ya da Sokrates'in ruhun ölümsüzlüğü üzerine olan tefekkürlerinde ima ettiğine çok benziyor. Hislerimizle tespit ettiğimiz gerçekliğin aldatmaca olmaması için bir sebep yok, doğruluğu kesin olan tek gerçeklik tahayyülümüz ve muhakememiz. Dolayısıyla bunlara odaklanalım ve bunları besleyelim. Bu bahsettiğim filozoflar sadece gerçekliğin göreceliliğini tartışmak için bir cilt yazı yazarken, Matrix’de bu sahne kendini sadece 20 saniye gösteriyor. 20 saniyeyi bu fikre yeterli gördükleri için mi? Katiyen hayır, insanların sıkılacaklarını düşündüklerinden dolayı geriye kalan filmi gözü ve kulakları tatmin eden sahnelerle dolduruyorlar. Bu bence inanılmaz acımasız bir gerçeklik. Bizler tüketim çılgınlığına kendimizi o kadar kaptırmışız ki her an bir uyaran olsun, her şey hızlı gerçekleşsin ve bizleri uğraştırmasın istiyoruz. Film yapımcıları da bunu bildiği için Descartes’in şüpheci yaklaşımını araya bir yere sıkıştırıvermekle yetiniyor. Bu çok acı bir gerçek olsa da daha da acı bir gerçekliği keşfettim.

    Müzik, film, sanat sektörünün de buna göre şekillendiğini anladım. Kimse saatler gerektiren sanatsal bir film görmek istemiyor. Herkes bulunduğu gerçeklikten çekip çıkartılmak, bir sonraki mesailerine kadar uyuşmuş bir şekilde televizyon karşısında uyuya kalmak istiyor. Böylesine tükenmiş ve kendi açtığı çukurda vazgeçmiş vaziyette ölümünü bekleyen izleyiciye ne yapılır? Kurtarmak için ip atsan, ipten tutunup da kendini çekecek dirhem kalmamış adalelerinde. Hayat şartları onu öyle perişan etmiş ki, sayın okuyucu, kendi hapishanesini bütün kuvvetini tüketerek inşa etmiş, tuğlaları bir arada tutması için de ruhunu sarf etmiş. Onu bir sıva gibi kullanarak her tuğlayı birbirine tutturmuş. Tuğlaların ağırlığı ruhunu ezdikçe, o tükeniyor, o tükendikçe tuğlalar birer birer dökülmeye başlıyor. Tembelliklerinden sanatı takdir edemediklerini söylemek için gelmiştim fakat fark ettim ki: bu tembelliği onlara atfedemeyiz. Felsefeyi anlamak, edebiyatı ve sanatı takdir etmek entelektüel birikim gerektirir. Bu entelektüel birikim büyümek için zamana, enerjiye ve eğitime ihtiyaç duyar. Günde 10 saat anlamsız bulduğu bir işi yaparak kendinden nefret eden adamın bu üç kaynağa da erişimi yoktur. Dolayısıyla en acı gerçek insanların tembel olduğu için sanatın ilerlememesi değildir. En acı gerçek insanların maruz bırakıldığı hayat standartlarında tembel olmaktan başka çaresinin olmamasıdır.

    Sistemin bir parçası olmadan sistemi yok edemeyeceğini söyler Matrix. Haklıdır da fakat burada günümüz dünyasında çözülmesi epey zor bir çıkmaz vardır. Sistemin parçası olduktan sonra içinde bulunduğun sistemin farkına varamazsın, varsan da çıkamazsın. Bir bakıma seni kör eder sistem, bulunduğun yerin hapishane olduğunu dahi anlayamazsın. Es kaza anlarsan da dışarı çıkmaya ne gücün yeter ne de motivasyonun olur. O hapishane artık senin kimliğin haline gelmiştir.

Wachowski, L. (Yönetmen). (1999). Matrix [Film]. Warner Bros.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...