Ana içeriğe atla

Terapi Olarak Eleştiri

 


Söylenmeye bayılıyorum. Özellikle annemle kavga ettikten hemen sonra odama gidip onun duyabileceği bir ses tonuyla amansızca söyleniyorum. Bundan garip bir zevk duyuyor, yeri geldiğinde bu söylenme seanslarında rahatlıyorum. Günün sinir ve stresini eve attığım ilk adımda söylenmeye başlayarak atıyorum. Paltomu asarken, çıkartamadığım ayakkabıların dar boğazlarına söylenip, mutfaktan gelen yemek kokularının hoşuma gitmesinden şikayet ediyorum. Çevrem bu çirkin huyuma alıştı desem, müthiş bir yalan söylemiş olurum. Maalesef alışalacak bir huy değil. Fakat ne yapayım durduramıyorum kendimi. Kurt Vonnegut’un bir kitabı var, Ülkesiz Bir Adam. Kitabı okumadan önce içinde çevresine uyum sağlayamayan, dışlanan mazlum bir adamın hikayesini dinleyeceğimi sanmıştım. Daha fazla yanılamazdım. Vonnegut, tam da benim yazacağım türden bir kitap yazmış. Bir eleştiri kitabı. Sıradan bir eleştiri kitabı da değil hem. Sıcak bir yaz akşamı sohbeti tadında, aheste aheste ilerleyen söylenmeler, şikâyet etmeler silsilesi yazmış. Tabii, benim çirkin betimlemem kitabın değerini lekeliyor gibi duruyor. Vonnegut önümde olsa bütün samimiyetimle söylüyorum, özür dilerdim, müthiş zeki bir insan kendisi. Fakat amacım, kitabı tek boyutlu resmetmek değil, aksine kitap, kadın erkek ilişkilerinden tutun, modern dünyanın yorucu düzenine kadar birçok konuyu okuyucuyu kaybetmeden ele alıyor. Fakat benim gibi edebiyatı takdir etmekte oldukça başarısız biri için Ülkesiz Bir Adam dahice yazılmış bir eleştiri kitabı olması ilgi çekici geliyor. Hatta o kadar ilgi çekici geldi ki, kendimi, kendimle hararetli bir tartışma içerisinde buldum. Kaçınılmaz olarak da sordum: Niye bir şeyleri eleştirmekten, söylenmekten ve yaftalamaktan bu kadar keyif alıyorum?

Geçenlerde değerli bir arkadaşım benden spor tavsiyesi almak istedi. Lisede sadece fotoğraf çekmek için gittiğim spor salonlarından topladığım verilerle ona evde spor yapamayacağını söyledim. Niye diye sormasıyla, evde spor yapmanın neden ölümcül bir hata olduğundan bahsediyor buldum kendimi. Fütursuzca, kendi ağırlığıyla spor yapanları eleştiriyor, onları yerden yere vuruyordum. Arkadaşımın, konu hangi ara ayakkabı fiyatlarının anlamsız yüksek fiyatlarına geldi sorusuyla kendime geldim. Kafamda, oradan oraya zıplayan bir yaban tavşanı var ve bu tavşan beni konudan konuya götürerek eleştiri bağımlığımı destekliyor. Vonnegut’un kitabında da tam bu sahneyi gördüm. Sürekli bir eleştiri, bir serzeniş söz konusu ama bunları usta yazar mizah ve isimlendiremeyeceğim sayısız edebi enstrümanlarla destekleyerek okuyucu sıkmıyor. Fakat benim elimde öyle enstrümanlar yok, olsa da kullanmasını bilmem. Ondan benim eleştirilerim boğuk ve sıkıcı oluyor. Eleştiri bağımlılığımı azaltmaya çalıştım, fakat o da nafile. Eleştirmeden duramadığım konulardan kaçındıkça, kusursuza yakın bulduklarımı eleştirmeye başladım. Arlanmaz bir sigara bağımlısıydım sanki. Elimden sigaramı alsalar, kullanılmış müsvedde kağıdına çay sarıp içerdim. Bu arsızlığıma bir çözüm bulamayacağımı fark edince, tekrar sormak zorunda kaldım. Niye? Cevabından köşe bucak kaçtığım bu soruyu, korkusuzca sormanın verdiği gururla cevaplıyorum. Bilmiyorum. Sanırım bilmeme de gerek yok. Bazıları, yemek için yaşıyor, bazıları yaşamak için yiyor. Vonnegut ve benim gibiler de eleştirmek için yaşıyor. Bu farkındalığa erişmek bence çok büyük önem taşıyor. İnsanların benim bu yorucu huyum yüzünden benden uzaklaşmalarını izledim ve bu görüntüler beni kendimden küstürdü. Fakat, bu huyumu kabul etmek hem kendimle barışmamı sağladı hem de hayatıma tarifi olmayan bir huzur kattı. Sonucunda, sadece zamanla bu huyumu törpülemeyi öğrenmem gerekiyor. Şımarık ve dayak yemekten bıkmayan ruhumu hesabın içeresine katarsak çok zor gibi duruyor. Olsun, mühim değil, itici olurum. Olsun, hayatta kayda değer bir kaygısı olmayan ama gördüğü en küçük kusuru acımasızca ve nankörce eleştiren kişi de olurum. İnsanlar benimle küsebilir, beni itici bulup, dedikodularının ana konusu haline getirebilir ama nihayetinde önemli olan benim iç huzurum. Hayat, kendi kendimle küs olmam için çok kısa.

Çevrem, olgunlaştıkça bu arlanmaz huyumdan vazgeçeceğimi düşünüyorlar. Geleceğin bana ne katacağını bilmiyorum. Tam da bundan dolayı, evet vazgeçerim diyemiyorum. Demek de istemiyor olabilirim. Zira, artık eleştiriyle aramdaki bağ koparılmaz gibi hissediyorum. Nihayetinde, bunu kabulleniyor olabilmek bana müthiş bir farkındalık kattı. İnsanların hoşuna gitmeyen, onların takdir etmediği, onaylamadığı huylarımız olabilir. Bu huyları örselemek, karakterimizden bir parçayı topluma uymak için feda etmek yerine Vonnegut gibi o bizi farklı yapan huyumuzla barışabiliriz. Belki, şanslıysak ve çok çalışırsak eğer bence Vonnegut gibi bir yazar, ressam ya da huyumuzun bize öncülük ettiği mesleği yapabiliriz.

Vonnegut, K. (2020). Ülkesiz Bir Adam (Vol. 1). İstanbul: April Yayıncılık.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...