Ana içeriğe atla

Yalanın Pembe Yüzü

    Francis Bacon’un Deneme’lerinde yaptığı gibi duygular üzerine yazmak elbet isterim ama kendimi yeterince kalifiyeli hissetmiyorum. Hem önceden söylenmemiş, duyulmamış fikirler öne atmam lazım ki özel hissedeyim değil mi? Asıl gayemin özel hissetmek olması komik olduğu kadar acınası. Zira bana iyi olmaktan daha çok özel olmayı hedeflediğimi söylüyor. Modern hayatın en büyük etkilerinden biri sanırım bu özel olma arzusu. Bu korkutucu insan kargaşası içinde renkli bir kimlik bulmak uğruna iyilikten feragat ediyoruz. Yozlaşmamızın en büyük sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Birey olmaktan çıkıyor, toplumun bizi ödüllendireceği kimliğe girmeye çalışıyoruz. Çoğul konuşuyorum ama kendim de öyleyim. Fakat lisede müthiş asi bir ruhum vardı. Hala birazını koruyorum ama hayat törpülüyor insanı. Doğal gaz, elektrik, su, yemek derken prensipler örseleniyor. Yanlış anlaşılmasın, bunu eleştirmiyorum, Maslow’un ünlü piramidiyle de ima ettiği gibi aç ayı oynamaz. Benim üzerimde gocuğum, önümde aşım olacak ki yolsuzluklara dur diyebileyim, yozlaşmaktan kaçabileyim. Fakat, modern dünya düzeninde, ki bu düzenin temeli kapitalizmden geçiyor, üzerine üşütmeyen gocuk koyman için biraz yozlaşmak şart. Her gördüğün dilenciye para vererek, her hayır kurumuna düzenli bağış yaparak, etrafına yardım ederek nasıl o gocuğu alacaksın? Katiyen alamazsın. Bana bakma, ben ne bağış yapıyorum ne de çevreme yardım ediyorum ama yine de o içini sımsıcak tutan gocuğu alamıyorum. Demek ki neymiş? Yozlaşsak da yozlaşmasak da o gocuk alınamıyormuş. Alınamıyor ama kafamda dolaşan Kurnaz tilki sormadan da durmuyor; e sen almıyorsun o almıyor kim alıyor bu gocukları diye? Soruyor. Ben ne yapıyorum?

    Tabii ki hiçbir şey. Bu dönemde o tilkiye güvenilir mi hiç? Kendini, elinde çay, kırk kişiyle beraber otuz beş ekran tüplü televizyonda haberleri izlerken buluverirsin. Ben de hiç mi hiç sevmem siyah çayı. En çaresiz anımda bile sadece yeşil çay içerim, o da cilde iyi geliyormuş ondan. Dolayısıyla benim için en iyisi konuşmamak, konuşuyorsak da yalan söylemek. Hem yalan söylemek her zaman bilinçli yapılmayabiliyormuş. Platon’la tanıştığımda fark ettim bunu. Yağmurlu bir hafta sonuydu, sofinin günlüğünü sırtımı buz gibi cama yaslamış okuyordum ki idea dünyası fikri vasıtasıyla kendisini tanıdım. Anladım desem yalan olur ama ilgimi çekmişti. Ben de o teşvikle Devlet kitabını okudum. Orada haşır neşir olduk kendisiyle ve her şeyin idea dünyasının kusurlu birer yansımaları olduğunu öne sürdüğünü öğrendim. Kitabın ortalarına doğru devlet yaratmak gibi meşakkatli işlere de başvuruyordu ama oralar maalesef, pek ilgimi çekmedi. Ben daha çok kusurlu yansımalarla ilgiliydim. Şairlere yalancı diyecek cüretkârlığı gösteren Plato, içten içe bizlere, hepimize, kusurlu, hatta yalancı dahi diyor olabilirdi. Bu fikri inanılmaz derecede heyecan verici buldum. Şu an bu satırlar bile bir yalanın, yanlışlığın hatta kusurun ürünü olabilir ki muhtemelen öyleler. Dekart’ı pek anlıyormuşum gibi varlığımızı sorgulayışımızın kanıtladığını söylemeyeceğim ama, Platon’un yardımıyla yalanın varlığımızın salt bir ürünü olduğunu öne sürebilirim. Hatta daha da ileri gidip önceden bahsetmiş olduğum o termal gocukları en iyi yalancıların aldığını dahi öne sürebilirim. Fakat bu önerge birazcık havada kalırdı zira hala kırk kişiyle otuz beş ekran televizyondan akşam haberlerini izleme fikrini heyecan verici bulamıyorum. 

    Öte yandan diyeceklerimi biraz yumuşatmak isteseydim, ki eminim birçok düşünür bana kızardı, yalanın hayatımızdaki yerini yadsımanın bir ahmaklık olduğunu söylerdim. Belki de dayanamaz, yalanı reddedenin hayalperest, saf ve güçsüz olduğunu söylerdim. Nitekim, yalan ve yanlışlar aslında insanlığı ayakta tutuyor. Yeterince emek gösterildiği takdirde istenilenin elde edilebileceği yalanı insanları yaşamaya teşvik ediyor. Benim gibi kapitalizmin kalbinde doğanları Amerikan rüyası, çalışmaya, mürekkep yalamaya, düşünmeye ve daha nice angaryalara boyun eğdiriyor. Fakat Platon’un Devlet’i bana bunun eski doğal seçilimden farklı olduğunu gösterdi. Plato şairleri kötücül yalancılar olmalarından şikayetçi değil, daha çok onların gerçeği yanlış resmettiklerini düşünüyor. Dolayısıyla yalan bir bakıma gerçeğin farklı tonlarda resmedilmiş hali oluyor. Bu farklı tonlama da toplumda, eşitsizliği ve sınıf ayrımını doğuruyor ki bunlar bizi daha çok yalan söylemeye itiyor. Ne kadar çirkin ve yozlaştırıcı kavramlar gibi gözükse de Rönesans’ına, aydınlanma döneminin ve daha sayısız devrimin temel taşlarını oluşturuyor. Bu da yalanın aslında bizim düşmanız olmadığını gösteriyor. Yalan, nasıl şefkat göstereceğini bilmeyen ve oğlunu daha iyi olması için zorlayan bir baba gibi. Çoğunlukla bizi dövüyor ama sonucunda biliyoruz ki, o olmasaydı biz olamazdık.

    Nihayetinde, yalan bir kavram olmaktan çıkıp insanları daha iyi yapmaya iten bir enstrüman haline geliyor. Talihsiz bir mahallenin, talihsiz bir çocuğunun çalışırsa gördüğü o lüks arabaya binebileceğini söylemek elbet muhtemel bir yalan oluyor fakat o talihsiz çocuğun tek umut ışığı da olabiliyor.

Platon, (Eflatun). (1980). Devlet. Çev: Mehmet Ali Cimcoz, Sebahattin Eyüboğlu, R.K., 4. Basım: İstanbul.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...