Ana içeriğe atla

Zarif Huzursuzluk

    Okuduğum ilk livaneli kitabına ailemin evden ırak olduğu saatlerde çıktığım gizli gezintilerlen birinde rastladım. Annemin kitaplığının en arkalarında toz içerisinde bırakılmış üç kitap buldum. Ahmet Altan’nın Livaneli’nin ve ismini hatırlamadığım bir yazarın kitaplarıydı bunlar. Yaşım daha iki haneli olmamış, meraklı bir çocuktum. Ailemin bana tembihlediklerinin tersini yapmaya kararlıydım. Bulmamam gerekenleri bulma serüvenim de böyle başladı. Mutluluk’tu bulduğum kitap, küçük bir kızın diyardan diyara sürüklenip, gördüğü eziyetleri anlatan bir kitaptı. Mutlulukla bağdaştıramamış anlam dahi aramamıştım, kavrayamadığım anlam, şu an bana bu satırlar hakkında yazdığım kitap tarafından bahşedildi. Livaneli, mutluluk hakkında ya da huzursuzluk hakkında yazmıyordu, en azından bakir gözlerin görebileceği aşikarlıkta yazmıyordu. Huzursuzluğun derinlerine işlediği bir hikaye yazıyordu. Altan’nın Aldatmak kitabı okunurken nasıl yastıklar yumruklanmak istenirse, Huzursuzluk okunurken de kendini yumruklamak, imtiyazlı bir hayat sürdüğünden kendinden nefret etmek geliyor insanın içinden.

    Bakir gözler elbet farkına varamıyor dünyanın acımasızlığının yarattığı dengesiz ayrımcılığı, gördükçe farkındalık artıyor, dilencilere merakla bakan gözler kaçmaya, yardım ederken utanmaya, paranın bir kağıt parçası olduğunu ve coğrafyanın malesef kader olduğunu unutmaya başlıyor bünye. Fakat, canalıcı husus bu olmuyor, canalıcı husus riyakar nankörlüğün temelini kazmaya başladığında ortaya çıkıyor. Huzursuzluk kitabı bende distopik bir boyutun kapısını araladı, fakat o kapıdan girdiğimde farklı bir dünyaya değil, ayrıcalıklı olduğum dünyama çıkıyordum. Medenileşme sözcüğü altında, ilkelleşiyor, yapaycı bir doğal seçiliminortasında kendimi buluyordum. Ele almak istediğim konu, bu çirkinlikti ama gözleri dünyevi ışıklara maruz kalmış biri iliklerimize işlemiş yozlaşmışlığı görebilirdi. Fakat mühim olan, bunun temelini görmek, sorgulamak ve eşelemek. Entellektüelinden, aristokratına, çalışan kesiminden, beyaz yakalılara, herkes ilkel bir çevrede yaşıyor.Kendimize haksızca verdiğimiz değer, gerçekleri görmekten bizleri alıkoyuyor, bir nevi, bizleri kör ediyor. Her şey burada bitmemiş gibi, gerçekleri gördüğümüzde ise hissetmekten nefret ettiğimiz bir duygu beliriyor, huzursuzluk adı veriyoruz. Adı gibi uzun olan bir huzursuzluk yolculuğuna çıkıyoruz. Yolculukta, bizim kadar ayrıcalıklı olmayanlarla karşılaşıyoruz. Yeterli parası olmadığından okula otobüsle gidenle selamlaşıyor, yere attığımız çöpü toplayan işçiye gülümsüyor ve son durakta benim en kıymetli arkadaşım Diyarbakırlı Doğan’nın sıcak gülümsemesi bizi kucaklyıor. Elimizi içtenlikle çalışmaktan nasır tutmuş eliyle sıkıyor. Doğanla uzun soluklu koyu bir muhabbete dalıyoruz, Doğan ailesine bakmakla mükellef olduğu için okuyamadığından bahsediyor bize. Rahat koltuklarda okuduğumuz kitapların bizlere kattığı kelime dağarcığıyla rahatça kendimizi ifade ederken Doğan’nın bu rahatlığı bulamadığını görüyoruz, üstüne bundan utanç duyduğunu da masum mimikleri ele veriyor. Huzursuz hissediyoruz, Doğan, yaşına kıyasla gereğinden fazla yorgun fakat ışıldayan gözleriyle bizi süzüyor, huzursuzluğumuzu sezmiş olmalı ki ne olduğunu soruyor içtenliğinden emin olduğumuz bir tonla, kibarca geçiştirip soruyu Doğan’a yönlendirince, Doğan’nın ağzından sözcükler şelaleden akan su misali dökülmeye başlıyor. Garsonluk yaptığından bahsediyor. Çatısı delik bir gecekonduda yaşadığını, küflü yatağında uyuduğunu, her gece sonraki günü nasıl geçireceğini düşündüğünü de atlamıyor mesleğinden bahsederken. Sohbetimiz mesleğinde yoğunlaşıyor, Doğan garsonluğunun inceliklerini anlattıkça, hayret içinde kalıyoruz ve düşüncelere dalıyoruz. Böylesine gözlem yeteneği kuvvetli birinin, yeteneklerinin kullanışsız olacak olması bizi huzursuzlandırıyor, sıradan bir gencin aldığı eğitimin aynısının Doğan’a sağlanmasının ona neler katacağını düşünmek dahi buhram içerisinde bırakıyor bizleri. Mutlak bir huzursuzlukla düşüncelere dalıyoruz. Bizler, sözde insanlar, hayvanlarla belirleyici bir özelliği paylaşıyoruz hatta bu alemin en ilkel özelliklerinden biri bu, bencillik. Kendimizi her şart altında diğerlerinden değerli tutuyor, mutluluğumuz ve refahımız için her şeyi göze alıyoruz. Neslimizin devamını sürdürebilmek için, doğayı, hayvanları, kısacası canlıları görmezden geliyor salt kendimizi düşünüyoruz. Fakat hayvanlardan farklı olarak, biz huzursuzuz. Bencilliğimizden utanıyoruz, kötü şartlar altında yaşayanları gördüğümüzde sıkılıyor, bunalıyor, en nihayetinde huzursuz hissediyoruz, ne kadar ironiktir ki, hissettiğimizle kalıyor, kendimizi düşünmeye devam ediyoruz. Huzursuzluk kitabı da aslında bizleri perişan bir dünyaya götürüyor, karakterlerin eziyetlerini görüyor ve huzursuz hissediyoruz, bilinçsizce yarattığımız insafsız ayrımcılığa nasıl boyun eğdiğimizi görüyor utanıyoruz.

    Doğan ise biz bunları düşünürken yarın ne yiyeceğini gözden geçiriyor, ayın sonunu nasıl çıkaracağını, kardeşinin okul masraflarını nasıl karşılayacağını... Onunla sıkı birer arkadaş olup, onunla tekrar görüşeceğimizin sözüyle ayrılıyoruz yanından. Gitmeden, bize onu bir daha hatırlayıp hatırlamayacağımızı soruyor, içimizi acıtıyor, kimsenin kimseden üstün olmadığını düşünmek istediğimiz bir dünyada onun böyle bir soru sorması bizi utandırıyor zira ikimiz de insan değil miyiz?

Kaynakça: Kaynakça: Livaneli, Zülfü. Huzursuzluk. Doğan Kitap, 2017.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rhetoric in Hobbes' Leviathan

  Hobbes’ Word Play Hobbes argues in favor of a monarch or an oligarch. To be more precise, he is in favor of the idea that multiplicity comes with complexity, harming the integrity of the state. In his opinion, men are mostly power-driven, greedy beings who must surrender themselves to a sovereign power that can spread the terror of punishment. According to Hobbes, this fear of punishment is the only effective motivating force that can keep people from brutally murdering each other. While this Hobbesian idea of the state portrays the sovereign’s subjects almost as though they are slaves, this essay will argue that Hobbes is not fundamentally against liberty and allows it within the constraints of laws. Hobbes's description of liberty suggests that only external impediments are against freedom. He states that liberty is “the absence of external impediments” (189) and, although these impediments may take away man’s power to do what he would, they do not prevent men from using th...

Rousseau on Legitimacy of State

Hobbes'dan sonra Rousseau okumayı Proust'tan sonra Daphnes ve Chloe okumaya benzetiyorum. Proust aşkı öyle yapay, çıkarcı ve öyle çirkin yansıtıyor ki, ondan sonra okuduğun her romana ister istemez Proust'un realist bakış açısından bakıyorsun. Belki de realizm sevdamı bırakmalıyımdır. Hobbes'un determinist bakış açısı da birçok argümanını epey ikna edici kılıyor. Bazen bu bakış açısından kaçmak istiyor insan. Hobbes kimmiş lan, ben ölümlü tanrıya irademi falan teslim edemem, gayet özgürüm demek istiyor. Yine de gel gör ki Hobbes haklı. Nasıl, Kant ödev ahlakında nasıl ki herkes davranışlarının topluma yansıdığını varsayarak hareket etmeli diyorsa, Hobbes da yapılmak istemediğini yapma diyor. Buna karşı çıkmak da biraz zor. Rousseau abi Social Contract'ında denese de Emile kitabındaki ikna ediciliğini devam ettiremiyor gibi hissediyorum. Birazdan okuyacak olduğun yazıda da oldukça soyut fikirler göreceksin ve yer yer kendine e ama niye diye soracaksın. Bil ki ben de ...

Hobbes’ Paradox

Hobbes’ Paradox Resolved According to Hobbes, people are born with passions that ultimately lead them into a never-ending war. They require artificial power to stop killing each other. Unless such a power is erected, Hobbes suggests, leaving the state of nature is impossible since people are not inclined to cooperate and trust each other. The core reason why it is impossible to leave the state of nature is because of the innate passions people have that drive them to be constantly in conflict. Hobbes states that in the condition of nature, “any reasonable suspicion” renders any covenant or promise invalid since “bonds of words are too weak to bridle men’s ambition, avarice, anger, and other passions…” (196). Here, Hobbes highlights the importance of punishments, suggesting that without the motivating fear of punishments, covenants are practically invalid. It is also important to understand what Hobbes means by the condition of nature. He argues that because men are born equal, they...